İnternette gezinirken” Kültür Kervanı” programının hazırladığı video karşıma çıktı. Yörükler hakkında şöyle bilgi vermişler:
Türkiye’de hali hazırda tam ve son konar- göçer yaşam biçimini sürdüren 180 haneli Sarıkeçili Yörük aile mevcuttur. Sarıkeçili Yörükleri mayıs- ekim ayları arasında; Konya, İsparta, Karaman yaylalarında ve kıl çadırlarda yaşamaktadırlar.
Yörükler hakkında kısa bir bilgi düşmüşler, bir de Yörük Kadını Özgül ile bir söyleşi düzenlemişler. Yörük kadını Özgül, röportaj verirken doğallığına ve vaktini boşa harcamadan iş görmesine, görüntü kaygısı yaşamadan doğal hareket etmesine de hayranlığımı dile getirmek isterim.
Nasıl güzel nasıl içi dolu cümleler… Her satırı ders niteliğinde. Özgül, liseyi bitirmiş, üniversite birinci sınıfından ayrılmak zorunda kalmış.
Buyurun, sunucu ve Yörük Kadını Özgül arasında ne gibi konuşmalar geçmiş, hep birlikte kulak verelim.
Soru:
“Evet, bana bir gün boyunca üzerine düşen görevlerinizi anlatır mısınız? Neler yapıyorsunuz bir gün boyunca?”
“Her gün, saban ezanı uyanırız zaten, çayımız, kalkmamız erken olur; çünkü davarları gütmeye gidenler, davarları gütmeye gidecektir. Yaz mevsiminde ise peynir yapma işi vardır. Peynirine bakar, sütüne bakar. Davar güdenlerin yemeğini çayını hazırlar.
Davardan gelince, yemek yenir. Davara ne yapılacaksa o yapılır. Davarın ilacı verilir, hapı verilir.
Ispak dokuyacak olan ıspak dokur, kilim dokuyacak olan kilim dokur. Ekmek yapacak olan ekmek yapar. Akşama kadar farklı işler yapılır.
Soru:
“Zor mudur burada, kadın ya da kız olmak?”
“Şimdi diğer insanların yaşamını görmüşsün. Görüyoruz zaten ne diyeyim. İnsanların ateş yakma diye dertleri yok. Bir basıyor tüpünü yakıyor, yemeğini yapıyor. Bizde öyle mi? Odun toplayacaksın, ateş yakacaksın. Ondan sonra da suyunu getireceksin. Temel ihtiyaçların uzaksa elinin altında değilse zor, ama bu işler zor olsa da yapacak bir şey yok. Evet hayat bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Hatta, kendimi bir bakıma şanslı buluyorum. Bazen düşünüyorum da kendimi şanslı görüyorum. Düşünüyorum da bunları, büyük bir nimet gibi görüyorum.
Bana zor olsa da yorgunluk olsa da. Yorgunluk, bir gün elbet geçip gidiyor. Bir gün çok yorulsak ertesi gün dinleniriz.
Burada Yörük Kadını’ nın verdiği cevaba dikkatinizi çekmek isterim.
“Ama gürültüsüz patırtısız bir hayatımız var”
Soru:
“Şu anda şehirde yaşama şansınız olsa yine de çadırda yaşarım der miydiniz acaba?”
Yoruk kadını, elindeki kabın içinde gıcırdata gıcırdata, bir kabın içinde sabunlu suyla çay bardaklarını yıkarken şöyle cevap veriyor:
“Burada şöyle, akşam ne zaman oluyor, güneşi, saati milimi milimine yer değişiyor. Yani güneşin altında, yön değişimine göre yönünüzü tayin ediyorsunuz. O zaman, insan yaşadığının farkına varıyor. “Bir gün yaşadım,” diyor insan.
Halbuki şehirde odanın içindesin, ancak güneşi, pencereyi geçince fark ediyorsun.
Burada bizler güneşin gölgesine göre: “Aha gölge buraya gelmiş, vakit geçti, davar güdeceksen de iş yapacaksan da gününü ona göre ayarlıyorsun. Güneşe göre yaşadığın için de ‘günü yaşadım’ diyebiliyorsun. Yani ben zor olsa da burada yaşamayı isterdim; zaten de burada yaşıyorum.”
Yörük kadınının bir de öğrenme felsefesi var. Onu da şu şekilde anlatıyor:
“Annemin yanında, kız çocuğu olarak gidersin, oğlan çocuğu da olsa fark etmez. Annenin yanında yoldaş olur. Odun getir, su getir; iş yapanlardan görerek öğreniyoruz. Yani bir şey, konuşarak da okuyarak da öğrenilmiyor. Hayat büyütür seni. Hayat şartları, neyi gerektirirse sen onu yapıyorsun. O şekilde o işi öğrenmiş oluyorsun.”
Genç yörük kadını bir ibrik suyla, bütün bardakları parlatırcasına yıkadı, tertemiz bir şekilde tepsiye dizdi. Hem işini yaptı hem de hiç düşünmeden hayat bilgisi dersi verir gibi bir de bunları ilave etti anlattıklarına:
“İhtiyacına göre hareket etmek istersin, ama o her zaman olmaz elbette, hiçbir isteğin olmazsa, umutsuz bir yaşam olur. Her zaman da ‘bu olsun şu olsun’ diye nefis peşinde koşulmaz. Her zaman elin bol olmaz. Elindeki kadarıyla yetinmeyi bileceksin.
Ömür, düşününce uzunmuş gibi gelir, ama uzun değil. Mutlu olduğun gibi yaşayacaksın. Çok çok mala sahip olabileceğin gibi, karnın doyuyorsa kanaat etmeyi de bileceksin. Hani bu ilkel bir felsefe, düşünce değil. Karnın doyuyorsa, sevdiklerin de yanında ise gerçekten mutlu bir insansındır.
Burada işin aslı çıkıyor ortaya. Genç yörük kadını Özgül, derin bir nefes alıyor ve konuşmasını sürdürüyor:
“İnsan bir yerden sonra anlıyor ki hani o kadar mevki ya da makam, bilgi sahibi olursan ol sevdiğin şey ya da sevdiğin insan yanında değilse yanındakiyle mutlu olmayı öğreniriz ve bütün zamanını yanındakine ayırırsın Berra…(‘kızım’ demek istiyor)
Haberci kızımız bir de bunları sordu yine:
“Berra, kızınız değil mi? Çok da güzel, sağlıklı, bakıyorum da ayakkabı giymiyor, sabahtan beri izliyoruz da yalın ayak dolaşıyor. Aslında, senin gibi bir annesi olduğu için gurur duymalı Berra ileride.”
“Bilmiyorum, inşallah gurur duyar, ama hayatta çocuğuma dönüp baktığımda, ne özlediği bir şey olsun isterim ne de boynunun büküldüğü bir şey olsun isterim. Berra’ya ben ‘dur!’ demek istemiyorum. Hani kendine zarar vermeyecek bir şey yapıyorsa yapsın. Hani kötü bir şey değilse mesele çocuk suyla oynuyor. O an hiç sesimi çıkarmam, ondan oyun zevkini alır. Ondan sonra ben yapmam gerekeni yaparım. Toprakla, çamurla mı oynuyor, tencerenin karasıyla mı ellerini boyuyor varsın yapsın. Dün öyle bir şey oldu, doya doya yaşadıktan sonra mutlu olduk ikimiz.
Bunları doya doya yaşadıktan sonra, ileride bir sağlık problemi yaşayacağını düşünmüyorum. Evet ayakkabı giymeden yürümeyi seviyor. Ne bileyim olduğumuz yerde o kadar çok şey değil hani. Dışarıdan bakınca, ‘nasıl?’ denilebilir, ama o alıştı. Ayakkabı giydirmek için uğraştım, ama çok da üstüne düşmedim. Toprakla temas edince bütün negatif enerjisini toprağa geçirir.
Haberci kızımız, hayran hayran genç yörük kadınını dinledikten sonra, son olarak şöyle bir yorum getiriyor:
“Bakış açınızdan hayatı nasıl da böyle güzel dolusunuz.”
Genç yörük kadını Özgül mahsunlaştı, gözlerine hayatın tüm hüznü çöktü sanki, göz kapaklarını sabitledi. Göz pınarlarından şeffaf damlacıklar yanağından süzülürken tarihe not düşer gibi sözlerini tamamladı.
“Bakış açım sonradan değişti. Eşimi trafik kazasında kaybettim. Hani her zaman her gün yani insanın hiç farkında değildir ya da ne bileyim? Unutmuştur zaman geçmiş gibi düşünürdür karşındaki insan. Ama öyle değil, her gün insan yaşıyor bunu. Yaşıyor, ama bir de şu var. Allah’ın verdiği bir ömür… Allah, öyle yazmasaydı, eşim bugün vefat etmezdi. Ben bugün bunları yaşamazdın. Düşündüm ki ben Berra’ yı kısıtlarsam ‘aman çocuk battı, şey yaptı,’ diye düşünsem çocuk mutluluğu tamam yaşamayacak. Hani bir şekilde.İnsan, olmayana takılıp olanları da kaybetmek istemedim.”
Ben bu cümlenin derinliğinde kayboldum sanki… “Olmayana takılıp, olanları da kaybetmek istemedim.”
‘Kültür Kervanı’ habercisi, Yörük Kadını Özgül’e hayran hayran bakarak sunucu:
“Güzel yüreğinden öperim” diye bitiriyor söyleşini.
Böylesi güzel bir yürek öpülmez mi? Hem de yüreğinin en derin yerinden.
Sevgilerimle…
Melahat Erten Tekeşin.