Bir ismim yok. Sımsıkı sarılıp mis gibi kokusunu içime çekebileceğim bir annem, dertlerimi anlatabileceğim bir dostum, bir türlü latif tarafıyla tanışamadığım sıkıcı dünyadan ne zaman çekip gitmek istesem hatırıma gelip, ruhuma saklanmış eski bir heyecanı tatlı uykusundan uyandıracak, benimle saklambaç oynayacak güzel anılarım, vücudumun içinde bana emanet edilmiş bir canım yok. Fakat duygularım var. Yıllardır beni, hiç de sevmediğim, beğenmediğim, hoşlanmadığım bu dünyaya bağlayan duygularım var benim. Bir canım, yaşanacak bir hayatım olmasa da beni yıllardır yaşatan duygularım… Bir insan değilim. Göklerde kafasını dinleyen özgür bir kuş, insanların kendilerinden neden korktuğunu yüzyıllardır anlayamamış küçücük bir böcek; bir günlük ömrünün her dakikasını, her saniyesini sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dolu dolu yaşayan, hayatın tadını tam anlamıyla çıkaran, dünyanın şifresini çözmüş, sapsarı menekşelerden sevgi dolu şarkılara söz, en güzel şiirlere ilham olmuş karanfillere, mis kokulu mor lavantalardan beyazlar içerisindeki papatyalara uçuşup duran bir kelebek; yıllardır aynı yerden, aynı insanları izlemekten, her gün aynı sesleri, aynı gülüşleri duymaktan usanmış bir ağaç, insanın kucağına kıvrılıp içini ısıtan sırdaş bir kedi, sadece yağmurlu havalarda ortaya çıkan hüzünlü bir salyangoz değilim. Ben hepinizin hayatında önemli bir yere sahip, asırlardır bakmaktan gözünüzü alamadığınız, sizlere göre tarihin en büyük, en önemli fakat bana göre en saçma, gereksiz icatlarından olan ve hiçbir işe yaramayan kol saatinin içinde yaşıyorum. Yaşıyorum dediğime bakmayın, çalışıyorum. Adını bile bilmediğim bir insanın kolundaki bir saatte, akrep ve yelkovanı bizlerden ayıran duvarın arkasındaki dört dişli çarktan en küçüğüyüm.
İnsanların saatlere olan bu garip sevdasını anlayabilmiş değilim. Eğer ben bir insan olsaydım, bırakın saat takmayı, herhangi bir saate gözümün çarpmasını bile istemezdim. Hem neden saat takar ki insan? Yılların, ayların, haftaların, günlerin, saatlerin, dakikaların, saniyelerin; şu kısacık ömürlerine umutsuzca el sallayıp hiç bilinmemiş, görülmemiş, duyulmamış diyarlara göç edişine, böyle izin bile istemeden çekip gidişine her saniyesiyle neden şahitlik etmek ister? Hem saatlere -bence tamamıyla asırlardır süregelen bir saçmalıktan ibaret- bu kadar ilgi duymasalardı bizler de rahat ederdik. En azından bizlerin de insanlar gibi dinlenmeye fırsatı olabilirdi belki. Kim bilir?
Benimle aynı kol saatini yuva olarak paylaşan, benimle birlikte çalışan mesai arkadaşlarımla aramızın pek iyi olduğunu söyleyemem. Benden büyük üç tane dişli çark daha var mesela. Ömrüm boyunca bana bir defa hâl hatır sormadılar. Benimle konuşmadılar bile. Sanırım kendilerini benden daha önemli görüyorlar, bilmiyorum. Açıkçası onların düşündükleri ile pek de ilgilendiğim söylenemez. Ben bu saatin içinde, etliye sütlüye karışmadan huzuru bulma arzusuyla yaşayıp gidiyorum. İnsanların akrep ve yelkovan adını verdikleri iki tane kendini beğenmiş çelik çubuk hakkında konuşmak bile istemem. Ömrüm boyunca bana hep sırtlarını çevirdiler. Bir defa bile yüzlerini bana dönüp selam vermek, küçük de olsa bir tebessüm etmek gelmedi akıllarına. Beni en çok rahatsız eden durum ise insanların tüm övgülerini sadece onlara yağdırmaları, ne işlerine yarayacağını merak ettiğim zamanı takip etmelerine, sadece akrep ve yelkovan yardım ediyormuş gibi düşünmeleri. Çünkü sahnenin üzerinde onlar duruyor, gösteriyi kendileri sunup kendileri oynuyormuş gibi davranıyorlar. Perdenin arkasında gece gündüz nedir bilmeden çalışan emekçileri, bizleri yok sayıyorlar. Doğal olarak alkışı da onlar alıyorlar. Siz ne düşünürseniz düşünün, benim gözümde onlar alkışlarla beslenen birer canavarlar. O yüzden açlık nedir bilmezler, bizlerin halinden anlamazlar. Hayatları boyunca hep en sevdikleri besin ile beslenmiş adeta birer şov adamı onlar. Peki ya sahnenin arkasındakiler? Bizler? Bizler olmasak bir milimetre dahi hareket edemeyecek; yaşamları, alkışları, şöhretleri bizlere bağlı olan iki tane beceriksiz çelik çubuk gerçekten bizlerden daha çok alkışı hak ediyorlar mı?
Benim ömrüm böyle geçiyor işte. Yorulmadan, dinlenmeden, durmadan, ara vermeden dönmekle… Hem de oldukça kibirli, bir o kadar duygusuz iki tane çelikten çubuğun; yüzünü bir kez bile görmediğim, adını dahi bilmediğim bir insana gösteriş yapması için olduğum yerde dönüp duruyorum. İşin garip tarafı, bizler günün yirmi dört saati dönerken kol saatinin sahibi, taş çatlasa yedi saat kolunda taşıyor bizlerin içinde bulunduğu babasından yadigâr kol saatini. Anlam veremiyorum. Kendisi günde on saat uyurken biz çalışmaya devam ediyoruz. Kendisi yemek yerken biz çalışmaya devam ediyoruz. Film izlerken, kitap okurken, kolunda tutsak kalmak zorunda olmadığımız her saniye bile biz çalışmaya devam ediyoruz. Bizim de hakkımız yok mu dinlenmeye? Ben emininim ki kol saatinin sahibinden daha çok hak ediyoruz biz dinlenmeyi.
Mesai arkadaşlarım(!) hallerinden pek memnun görünüyorlar. Kendim için aynı şeyleri söyleyemem. Neden benimle iki kelime dahi konuşmamış, kendilerini benden üstün gören üç tane dişli çark, bana ömrüm boyunca sırtlarını dönmüş, gösteriş bağımlısı iki kendini beğenmiş ve bizleri kölesi gibi kullanan, henüz tanışmadığım ve büyük ihtimalle gelecekte tanışmayacağım bir insanın kendini beğenmişliklerini beslemek için dönüyorum ki ben yıllardır?
Durdum. Artık dönmeyeceğime dair kendime bir söz verdim. Başkaları tarafından küçük düşürülmeye, kullanılmaya daha fazla katlanamazdım. Ben durunca tüm mesai arkadaşlarım, hepsi ama hepsi benimle birlikte durmak zorunda kaldı. Yıllardır içinde yaşadığımız saat artık günde sadece iki defa doğruyu gösterecek acınası bir duruma gelmişti insanlar için. Benim için ise tam tersiydi. Aslında bu kol saatinin en önemli parçası bendim, bizlerdik: sahnenin arkasındakiler. Birkaç azametlinin, kendi duygularını doyurmak için kol saatinin sahibine sergiledikleri, yıllardır süren bu gösterinin daha fazla devam etmesine izin veremezdim. Ben ve benim gibi gecesini gündüzüne katıp durmadan çalışan -kendileri beni çok umursamasa da- arkadaşlarım için yaptım bunu. Artık dinlenme sırası bize gelmişti. Ve ömrümde ilk defa, ilk defa ‘’tik tak’’ dışında bir ses duydum. Benden bir büyüğü olan, yelkovanın çalışmasını sağlayan dişli çark bana bir şeyler söylemeye başladı, çok yüksek bir sesle bağırıyordu. Beni aşağılıyor, beceriksizin teki olduğumu söylüyordu. Sanırım insanların öfke diye adlandırdıkları duygu bu olmalıydı. Hayatımda ilk defa öfke ile karşılaştım. Hayatımda duyduğum ilk sesi mutlulukla dinledim. Oldukça rahat ve sakindim. Cevap vermedim. Bu ses kesinlikle öfkenin sesi olmalıydı. Bu sesin arkasında derin bir korku gizli, çok derin bir korku. Öfke, insanların korkularını birbirlerinden saklamak için kullandığı bir savunma mekanizmasıydı belki de. Bu bağrışmaya saatin tüm parçaları katılmış, hepsi beni tekrardan dönmeye ikna etmeye çalışıyorlardı. Öfkeleri, benim kararlılığım karşısında çaresiz kalmıştı belli ki. İş, yalvarma boyutuna ulaşmıştı bile. Akrep ve yelkovan bile bana yalvarıyorlardı. Zemberek, balans çarkı, maşa, dişliler… Herkes beni yeniden dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. Ama ben kararımı vermiştim bir kere, sözümden dönmeye niyetim yoktu. Sonra bir sessizlik çöktü kol saatinin içine. Her zamankinden bile sessizdi içerisi.
Sanırım tüm bunlar yaşanırken mışıl mışıl uyumakla meşguldü kol saatinin sahibi. Sizler için pek bir önemli olan zamanı takip edebileceğim bir yer kalmadığından tahminde bulunacağım, yaklaşık 6 saat sonra, yıllardır bizi bu küçücük kol saatinin içerisinde tutsak etmiş çelik duvar, bir tornavida yardımıyla açıldı. Duruşumun, duruşumuzun ve zamanın duruşunun farkına varılmış olmalıydı. Sonrasında bir çift elin beni okşadığını fark ettim. Hayatım boyunca duymadığım bir huzur duydum orada. Sanki bir anne çocuğunun kafasını şefkatle okşuyor, bir kelebek sessizce kanat çırpıyor, ağaçların dalları hafif bir rüzgârda sallanıyor, yaprakları ahenkle dans ediyor gibiydi. Tarifsiz bir his, tarifsiz bir duyguydu. Sanırım 80’li yaşlarına henüz yeni basmış, bedeni yaşlı, ruhu bir o kadar yorgun bir saat ustasının yumuşacık, buruşuk ellerinde, sakin dalgalar üzerindeki bir kayık gibi yüzüyordum. Sonrasında birazcık yağ damlattı üzerime, biraz daha ve biraz daha… Kendimi hiç bu kadar tok hissetmemiştim. Hiç bu kadar keyifli anlar yaşamamıştım hayatım boyunca. İnsanoğlu işte, işler iyi giderken yüzüne bile bakmaz; işler kötü gitmeye başlayınca dost muamelesi yaparlar sana. Ben hiç kanar mıyım böyle oyunlara? Saat ustası beni tekrardan yerime yerleştirdi, rengi solmuş huzur dolu parmaklarıyla narin bir dokunuş yaparak döndürmeyi denedi, hayır. Yine dönmedim. Kendime verdiğim sözü tutarak sonsuza dek huzur içinde dinlendim…