Bu makaleyi dinlemek için tıklayınız.

 

 SEVGİLİ OĞLUM!

Melahat Erten Tekeşin Kaleminden

Öğretmen okulunun ikinci sınıfındayım. Psikoloji öğretmenimiz Fikri Bender, o gün, her günkünden farklı girmişti sınıfımıza. Hepimiz, dikkat kesilerek baktık öğretmenimizin yüzüne, ama bir anlam veremedik

Öğretmen kürsüsünün üzerine çıktı; bize doğru baktı ve aynen şunları söyledi: “Çocuklar, kitabınızın falan sayfasını açın.”Sevgili Oğlum!” parçasını işleyeceğiz.” dedi. (Öğretmenimiz bize,”çocuklar” diye hitap etti; çünkü o devirde öğretmenlerimiz bize mezun oluncaya kadar, yani on sekiz yaşımıza kadar,”çocuklar!” diye hitap ederlerdi ve biz de bu hitap şeklinden ebeveynlerimiz gibi hissiyat alırdık. Bu denli hitap şekillerinden mutluluk duyardık.

Öğretmen okulu ikinci sınıfa geçince, Psikolojiye Giriş,” kitabımız vardı. Böylelikle, psikoloji dersine de giriş yapmış oluyorduk.

Her neyse, kitabımızdan,“Sevgili Oğlum!” diye başlayan parçayı açtık.

Öğretmenimiz, konuşmaya devam etti: “Bu yazıyı öncelikle, siz sessizce bir okuyun. Sonra da ben okuyacağım ve üzerine tartışacağız.”dedi. Kitaptaki parçayı okumaya başladık, Hafızam beni yanıltmıyorsa, üç aşağı beş yukarı, şöyle yazıyordu.

Sevgili Oğlum!

Bir ay öncesinde, bahçede arkadaşlarınla top oynuyordunuz. Şutladığınız top, mutfak camına gelmiş mutfak camı, şangır şungur kırılmıştı. Hışımla, dışarıya çıkmıştım; komşu çocukları kaçmıştı. Seni, kırılan mutfak camına dehşetle bakarken yakalamıştım. Kulağına yapışmış sürükleyerek eve getirmiştim ve demiştim ki:

“Ben sana kaç kere söyledim!..

Arkadaşlarını toplayıp evin avlusunda top oynama, diye!..

Sen, ne laftan sözden anlamayan çocuksun!..”

Kocaman ellerimle yüzüne şamarlar atmış, kıçına da tekme atıp cezalandırmıştım!..

Daha bir hafta kadar önceydi: Yağmur sonrası oynamış, üstünü başını çamur içinde bırakmıştın. Akşan üzeri eve gelirken senin elbiselerini çamura bulamış görünce, yine kulağından tutmuş ve demiştim ki:

“Sen bu elbiselerini, her dışarıya çıkınca çamur içinde bırakıyorsun!.. Bunları yıkamak kolay mı sanıyorsun!..

Bunları yıkamak için harcadığımız deterjan kaç para, bunlardan haberin var mı?” Demiş ve korkudan titreyen yüzüne aldırmadan, kolunu kavramış, azarlaya azarlaya eve almıştım.

Bugün, benim işlerim yoğun değildi; işten eve erken geldim. Şimdi görüyorum ki, sen de okuldan gelmişsin. Kim bilir, nerelerde oynamışsın? Bugün hava güneşliydi. Üzerin çamur olmamış; ama belli ki, yine oynamışsın; yüzün gözün toz içinde kalmış. Okul çantanı ayak ucuna koyup kanepeye kıvrılıp mışıl mışıl uyumuşsun…

Başucunda dikilip seni seyre daldım:Alnından süzülerek inen terlerin, çevresindeki tozları da yanına alarak, bukle bukle inen sari saçlarını topaklamış. Burnunun üzerine düşmüş. Bir bukle saç burnunu kapatmaya yetmiş.Burnun da küçücükmüş be oğlum!..

Yumuk yumuk göz kapaklarından uzayan kirpiklerin, neredeyse burnunun yarı hizasına kadar uzanmışlar.

Bakıyorum da kanepenin üçte birini bile kaplamamış tüm bedenin.

Sen, bu kadar küçük müydün be oğlum?..

Ellerimle ayakkabılarını çıkarıyorum. Belli ki, çok yorulup ayakkabılarını çıkaramadan uyumuşsun.

Hayret! Ayakların, ne  kadar da küçükmüş…

Ellerini avuçlarıma aldım, avuçlarımın içinde küçücük kaldı ellerin…

Ha!.. Sen, kaç yaşındaydın be oğlum? Dur!.. Sana yaşını ben söyleyeyim: Sen, tam tamına altı yaşını bitirdin ve dün doğum günündü ya, yedi yaşına girdin.

Sen, küçücük bir çocukmuşsun be oğlum!..

Ben, ne çok şey beklemişim senden!.. Otuz yaşımdaki ben, gibi davranmanı istemişim!.. Otuz yaşımdaki ben, gibi düşünmeni beklemişim senden…

Vay be!..

Sen, daha çok küçükmüşsün be oğlum!.. Affet beni!.. Ne olur oğlum!..

Baban…

Babanın, oğluna seslenişi bu şekilde bitiyordu.

Öğretmenimiz Fikri Bender, titrek sesiyle konuşmasına başladı yeniden:

”Dün, oğlumla buna benzer bir olay yaşadım. Yatak odasına geçtim, bu kitabı elime aldım ve bu parçayı defalarca okudum; sabaha kadar uyuyamadım.

Galiba konuyu tartışamayacağım. Tartışma kısmını, başka bir derse bırakalım. Siz de bu derse özel olsun, ama defalarca okuyun.” Öğretmenimiz, titrek bir sesle konuşmasını sonlandırdı ve sessizce sandalyesine oturdu. Sınıftaki bizler de, sesizliğe gömüldük ders saati boyunca…

Öğretmenimizin dersi kavratma, akılda kalma yöntemleri olarak yaptığı taktikleri vardı. Belki de belleğimize iyi yerleşsin taktiği de olabilirdi bu denli davranışının; şöyle ki: Bir gün yine psikoloji dersinde, aniden sınıfın kapısını açarak,”Manyaklar!” diye giriş yapmıştı. Hepimiz şaşkın bakışlarla, öğretmenimizin yüzüne bakmıştık. “Ne yani, yüzüme garip bir tavır takınmışım gibi bakmayın. Şimdi anlatacağım dersle birlikte hepiniz birer manyaklık sınıfına gireceksiniz. Kimler, musluğu görünce elini yıkama gereği duyar?” diye sordu. Sınıftan parmaklar kalktı. “İşte, eliniz kirli olmadığı halde, elinizi devamlı yıkama isteği, temizlik manyağına girer.”

Kimler, eve girer girmez, masanın örtüsü kaymışsa hemen düzeltir? Ya da yolda bir arkadaşınızla karşılaştınız, arkadaşınızın gömlek yakasının biri ceketin içinde diğer yakası ceketin dışında, hemen düzeltir misiniz?”

Parmaklar yine kalktı. “İşte, bunlar düzen manyakları.”

“Kimler, araba plakalarını kaçırmadan okurlar?” Parmaklar kalktı. Bunlar da aritmo manyaklar.”

“Kimler, yolda yürürken parke taşlarının  çizgisine basmaz, sadece içine basarak yürür?” Parmak kaldıranlar oldu. “Bunlar da geometri manyaklar.” Sorular soruldu, parmaklar kalktı…

Hepimiz, birer manyaklık sınıfına girmiştik.

Öğretmenimizin: “Oğlumla, dün gece böyle bir olay yaşadım.” Diye açıklaması doğru muydu, bilemiyorum. Ama aradan atmış yıl gibi süre geçip de, dün olmuş gibi hatırlıyorsam, doğru bir taktik uygulamıştı.

Babanın, “Sevgili Oğlum!” diye başlayan seslenişi; her geçen gün, daha çok anlam kazandı bende…

Sevgilerimle…

Melahat Erten Tekeşin