Çocukluğum, büyük aile içinde geçti. Yaşadığım coğrafyada, babaanneler oğullarının evlerinde yaşamayı seçerlerdi. Babaanneler, oğullarının evinde, otoritesini kurar, köşe başında otururlardı. Oğlunun karısının da adı olmaz, “Gelin” diye adlandırırlardı. Naçizane fikrimi açıklayacak olursam da “gelen” anlamında kullanıldığını bile düşünmeden edemem Hani, gelen dersek ayıp olur da bir harf değişikliği ile “Gelin” diyelim denmiş gibi gelir bana…
Bu nedenle, bende de babaanne hikayeleri içinde yaşardım. Babaannemi izlemek, tiyatro sahnesinde oynayan “Oscar ödülü” almış sanatçılardan daha büyük zevk verirdi. Çünkü, Oscar ödülü alan sanatçılar, gerçeğe yakın oynamayı amaçlar, babaannemse gerçeğin tam da kendisiydi.
Yine, bulunduğum coğrafyada yaşlılar, eşyalarla kavga etmeyi çok severlerdi.
Galiba, mizacını sert buldukları insanlara söyleyemediklerini, çevrelerinde canlı – cansız varlıkların her türlüsüne yüksek sesle dile getirerek deşarj olurlar diye de düşünmeden edemezdim.
Mutfağın en yakınındaki odasında yatardı babaannem. Genellikle odasında dinlenmeyi tercih ederdi. Yaşlılık gelmiş çatmış dizlerindeki takat da azalmaya başlamıştı, ama ona göre, pes etmek yoktu. Gelin’e otoritesini bırakmak hiç ona göre değildi. Son gayretine kadar bütün enerjisini harcamaya, bayrağını gelinine devretmeye niyeti yoktu. Her iş ondan sorulacak, ona danışılmadan adım atılmayacaktı…
Yattığı odanın kapısını aralık tutar hem bizi izler hem de yanlışlarımıza yön vermeye çalışırdı.
Uykusunun kaçtığı gecelerde de midesini bastırmak için yiyeceklere daha kısa sürede ulaşabilirdi; öyle düşünülerek mutfağın en yakınındaki oda, kendisine tahsis edilmişti.
Yaşam alanımız gibiydi mutfağımız, evimizin en geniş bölümünü mutfağımız oluştururdu; uyku saatine kadar yeme-içme sohbet saatlerimiz aynı mekanda geçerdi.
Ben, yatak odamı, büyük ablamla birlikte paylaşırdım. Aslında bu odayı misafir odası olarak da kullandığımız için “köşk oda” da denirdi.. Köşk odaya, salondan açılan bir kapıdan girilirdi. Biz ona benim çocukluğumda salon değil de “hayat” derdik. Odalar fazla büyük olmadıklarından ancak iki divan konacak kadar alanları vardı. Cam kenarına, daha soğuk olması dolayısıyla ablamın yatağı yerleştirilmişti. Odamızın ahşap duvarı, banyo ve tuvalete giden koridora ortaklık oluştururdu. Benim yatağım, tam da koridora bitişik duvarın kenarında yerleştirilmişti. Yastığımı kavrar, duvar dibine kıvrılarak yatardım.
Gecenin bir yarısında, babaannemin koridor kapısını açarken kapı gıcırtısına sinirlendiğini duyardım; sanki kulağıma söylediğini sanırdım. Elinde, yolunu aydınlatması için tuttuğu gaz lambasının aydınlattığı fenerin ışınları, tahta duvarların aralıklardan girerek hafifçe odamızı da aydınlatırdı.
İyice işlevini yitiren kulaklarından çıkan sözcükler, yavaş söylediğini sanarak ortalığı inletirdi: “Daha dün senin menteşelerine su dökmüştüm, bağır bağır milleti uyandıracaksın. İllaki sana yağ vermeden susmayacaksın, anlaşıldı!..” Bu serzenişi, salondan banyo kapısına açılan kapıya söylerdi. Bütün öfkesi, cızırdayan kapı menteşelerine yapardı. Gıcırdayan kapı menteşelerini sesine razı olurduk. Duymayan kulağıyla evin duvarlarını zangırdatırcasına yüksek sesle söylendiğini bir türlü anlatamazdık. Mutfağa yeniden döner, zeytinyağı şişesinden pamuğa zeytinyağı döker, kapı menteşelerini yağlardı. Bu sefer de gıcırtının kesilmesine sinirlenir ona da söylenirdi. “O kadar yağı içsem, ben de susardım, midenizin kıymetini nasıl da biliyorsunuz, illaki da masraf kapısını açacaksınız.”
Tereyağı ile işini halledebilseydi, bu kadar içine dokunmazdı; ahırında beslediği ineklerden elde edebilirdi. Halbuki, zeytinyağı, pahalı bir yiyecek maddesiydi ve ücret karşılığı evimize girerdi. Bu nedenle zeytinyağı, yiyecek maddelerinde, hatırı sayılır makamda bulunurdu.
Babaannemin sabah kalkışı da başka bir tiyatro sahnesini oluştururdu: “Akşamdan beri yatırdım ya sizi, rahat ettirmek için yatırdım. Bağırıp durmayın kalkın benimle!. Biliyorum, yıllarca ben sizi çok yordum, kıymetinizi bilemedim. Sırtımda çok yüktaşıdım. Benim suçum değildiki… İneklere vereceğimiz yiyecekleri sırtımda taşıdım Kış boyunca yakacak olduğumuz odunları, dağlardan sırtımla taşıdım; biliyorum sizi ben çok yordum.” Bunları da yataktan rahatça kalkamadığı ağrıyan vücuduna sinirlenip söylenirdi.
Çocukluğumun neredeyse her sabahında, babaannemin yüksek sesle birileriyle kavga ediyor olmasını merakla bekler olurduk. Babaannem, olayları neredeyse rutine bağlamıştı.
Her sabah, namazını erkenden kılar, evin kuzinesini ısıtmaya, tutuşturamadığı, yakamadığı ateşe sinirlenirken bulurduk. Ayak parmaklarının ucuyla, hareket ederek bütün kardeşler, babaannemi seyre dalardık:
“Akşamdan üstünüze kül dökmüştüm, bekleyemediniz sabahı, sönmüşsünüz. Bunları, sabah ateşi yakarken işime yarar diye yanan odun parçalarına üzerlerini külle kapattığı ’kor’ parçalarının sabaha kadar dayanamayıp sönmelerine söylenirdi.
Babaannem,dizlerini yere dayamış, kuzinenin önüne çömelmiş bulurduk. Kurutulan fındık kabuklarını altına koyar, üzerine de kuru odun parçalarını koyar kibritle tutuşturmaya çalışırdı. “Püfff Püfff” Sesleri evin her tarafını zangırdatırdı: “Nedir, üflüyorum üflüyorum tutuşamıyorsunuz, yanamadınız bir türlü. Mecburen üzerinize gaz döküp yakacağım.”
Yanındaki gaz şişesindeki gazı kızgın küllerin üzerine dökünce de kuzinenin ön kapağından “püff!..” sesiyle birlikte bomba patlar gibi bir alev fışkırırdı. Alevden kaçayım derken arka üstü düşer, bu kez de odunlara kızardı. “Yanamadınız bir türlü illada bana gaz harcatacaksınız; (gaz kullanmak günün koşullarında, pahalı bir alışkanlık olurdu) odunlara, sinirli bir şekilde bakar.” içiniz rahat etti mi?” derdi. Yemlenme sonucunda evimize gelen inekleri görünce de sevincine diyecek olmazdı. “Otlandınız da karnınızı doyurdunuz, aferin size, siz şimdi de susamış olmalısınız, hadi size bir kazan dolusu su vereyim,” derdi. İnekler de sanki anlamışlar gibi gelirler, önce yanlarında durarak onları okşamalarını beklerlerdi. “Aferin,karnını güzelşişirmişsin, şimdi güzel güzel suyunuzu içinde,sağmaya gelince, bol süt verin olur mu?” deyip bir güzel sırtlarını sıvazlardı. İnekler de sularını içtikten sonra, ahırın yolunu tutarlardı. Başka bir günün akşamında da ineklerini sağmış elindeki bakracıyla, evin yanındaki merdivenlerden çıkmamış yolunu uzatarak armut ağacından düşen armutları toplamaya, peştemaline doldurmaya kalkmıştı. Olgunlaşmış armutlardan biri ağaçtan düşüp babaannemin kafasına gelmişti. “Ay, düşecek başka bir yer bulamadınız da başımı mı buldunuz, yarım aklım kalmıştı; onu da mı başımdan alacaksın?” Bunu da düşen armuda, sinirlenerek söylemişti.
Bir bahar günüydü, evin avlu bahçesini çalı süpürgesiyle süpürmüştük, güneş etrafı ısıtmış mis gibi çimen – toprak karışımı kokularını beraberine alarak etrafa yaymışlardı.
Babaannem, evin mutfak kapısından başını uzatmıştı. “Aferin, ben sizi, bunun için çok seviyorum, temizlik sadece evin içinde olmaz, kapı – bacanızı da temizleyeceksiniz, gelen – geçenler, evin içini değil, dışını daha çok görürler. Hayvanlar bile yattıkları yerlerini temizlemeden yatmazlar, “ derdi.
Bir sabah namazı vakti de, evin avlusunda yaşanan büyük bir kavgaya uyanmıştım:
Babaannem, bar bar, avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Beline vurup kesmeye çalıştım, inat ettin kesilmedin, üstüne üstlük zıplayıp yüzüme vurdun. Gözümü mü çıkaracaktın!
Yatağımdan fırlayıp sesin geldiği tarafa kulak kesildim. “Eyvah, dedim silahlı insanlar evimizi bastı, dışarıda kavga var!” Yatağımdan fırladım, dışarıya koştum. Babaannemin elinde balta., yanağından kanlar akarken bulmuştum: “Nerede suçlular,” dedim. Kütüğün üzerine koyup kesmeye çalıştığı odun parçasının ayağının yanına düşmesini gösterdi. “Çok kuru imiş inat etti kesilmedi, zıpladığı gibi yüzüme vurdu!..”
Rahat bir nefes almıştım. Olaydan haberi olmayan aile efradı da aynı korkuyla yarı uykulu avluya doluşmuştu.
Onlara, komedi tarzında açıklama görevini de ben üstlenmiştim.
Bugünün babaannesi olarak, dağarcığıma düşen çocukluğumun babaannesinden kesitler sundum. Benim babaanneliğimi de kim bilir, belki bir gün…
Sevgilerimle…
Melahat Erten Tekeşin
Önemli not: Babaannemin hikayesini, sezon finali yazım olarak kabul ediniz lütfen.