YÜN HIRKA 
On dört yaşımı doldurmuş on beş yaşıma yeni girmiştim. Kasabamda bulunan ortaokul diplomamı almıştım. Kasabamda, eğitimimi devam ettireceğim “lise” bulunmadığından, kız çocuklarının tek seçeneği olan, “Yatılı Kız Öğretmen Okulu” sınavlarına girmiştik. Bağlı bulunduğum il merkezinde yapılan sınavını kazanmış olduğumu, sanırım bir ay öncesinden öğrenmiştik. Ama, bu sınavın ikinci bir aşaması daha olacaktı. Öncelikle, sözlü sınava girilecek, jüri heyetinden geçerli not alınırsa, ruhsal ve bedensel engel bulunmadığı hakkında, tam donanımlı bir hastaneden sağlık raporu alınacaktı.
Küçücük kasabamızda bir ortaokul vardı ve devam edebileceğimiz lise mevcut değildi. Erkek öğrenciler için sorun olmayan il merkezinde bir ev tutup öğrenime devam konusu, biz kız çocukları için aile içinde kabul gören bir anlayış değildi. Bu nedenle, bütün mezun olan çoğu kız çocukları, yatılı okul sınavına girme yolunu seçmişti. Büyük şehirlerde, yakınları bulunan bazı arkadaşlarımız hariç sınava girmiş ve kazanmıştık.
Okulumuz Erzurum ilinde bulunan “Nenehatun Kız Öğretmen Okulu” idi. Okulda, jüri karşısında, sözlü sınav yapılacak, sözlü sınavda geçer not alındıktan sonra, tam teşekküllü hastaneden sağlık raporu da alınacaktı.
Annemin hazırladığı bavulumun son kontrolünü babam yaptı.
“Bu çocuğa yün hırka gerekiyor” diye seslendi anneme.
“Yün hırkası eskimişti, yeni bir hırka alırsın Erzurum’da.”dedi annem.
Beynimde alınacak hırka, heyecanımın içinde, sınavı kazanma kaygısı ile yola çıktık.
Bir yandan aile ortamından ayrılığın burukluğu, öte yandan sınavı kazanıp okula yerleşebilmenin sorumluluğu…
İlimiz merkezinde bulunan ve yapılan sınavı kazanan öğrencileri taşıyan otobüs, mahallemizin önünden geçen şose yolunda durmuştu. Eş dost, akraba ve konu komşularımız, bizi uğurlamak üzere yola dizilmişlerdi.
Teker teker sarılarak ayrıldık ve otobüsteki yerimizi aldık. Babam, koridor yakınındaki koltukta oturmuş, ben de cam kenarına oturmuştum.
Günün koşullarında, kasabamızdan,Trabzon’a gitmek bir günümüzü alıyordu. Trabzon’a varınca bir gecelik konaklayacağımız otel arayışına girdik. Ertesi sabah da bizi, Erzurum iline götürecek otobüsüne yerleşmiştik.
“Kop Geçidi ve Zigana Geçidi,” gibi bol virajlı ve bol uçurumlu yollardan çok zorlu bir yolculuk sonucunda, otobüsümüz kocaman bir demir kapının önünde durmuştu. İçeriden biri demir kapıyı açmıştı. Kapıyı açan kişinin sonradan öğrenecektik ki eğitim hayatımız boyunca, bize hizmet veren Veysel Efendi olacaktı.
“Kim bu Veysel Efendi?” derseniz, yeri gelmişken değinmek isterim. Buyurun anlatıyorum: Rıfat Ilgaz’ın Hababam sınıfı romanından uyarlanan 1970 yıllarında, Ertem Eğilmez’in yönetmenliğini yaptığı filmdeki, Hababam Sınıfı’nın haylaz çocuklarının muzipçe planladıkları oyunlara yenik düşerek, demir kapılarını açan kişinin ta kendisidir Veysel Efendi.
Okul müdürümüzden çok neredeyse, Veysel Efendi’den çekinirdik. Hababam çocuklarının kandırdıkları saf adam hiç değildi. Demir kapının yanına yaklaştırmaz, kapı kapalı olduğu halde, iki üç metre kala kulübesinden fırlardı.
Kollarını açarak demir kapıya yaslanır: “Yassah!… Yassah!…” derdi.
Demir kapıdan okula uzanan beton yol, boş zamanlarımızda volta attığımız alanımızdı. Beton yolun iki tarafı, tek sıra söğüt ağaçlarıyla yeşillendirilmişti. Okulumuzun sağ bölümüne, domates, salatalık biber, patlıcan vs gibi tarım ürünleri ekilirdi.
Sol tarafında ise, öğretmen lojmanları ve spor sahaları yer alıyordu.
Okul mu çok görkemliydi, biz mi küçüktük de öyle görüyorduk bilinmez. Ama bu devasa gördüğümüz binanın içinde kendimizi çok korunaklı ve emniyette hissederdik.
Öğretmenlerimizden gelen bir gülücük, özellikle isimlerimizle yaptıkları bir sesleniş, aile hasretimize merhem olur, mutlu olurduk.
Başa dönecek olursak, nerede kalmıştık?
Babalarımızla okulun kapısına gelmiş ve Veysel Efendi de demir kapıyı açmıştı. Okula misafir olarak yerleştirildik, babalarımız da şehir merkezinde bulunan otellere yerleştiler. Babalarımız, diyorum çünkü çoğumuzun yanında babası bulunuyordu. Birkaç arkadaşımız yalnız gelmiş bir arkadaşımızı da ağabeysi getirmişti. Yalnız gelen arkadaşlarımıza da diğer babalar göz kulak oluyordu.
Birkaç gün sonra, sözlü sınavımız yapıldı, okulda yatılı olarak okuma hakkını aldık. Bu sınavdan sonra, şehir merkezinde bulunan tam teşekküllü hastaneden “sağlam raporu” alındı.
Artık babamdan ayrılma vaktim gelmişti. Son kez okulumuza geldiler.
Okulumuzun bahçesinde, tam ayrılmak üzere iken babam eğildi, babama sımsıkı sarıldım. Birdenbire babam irkildi:
“Tüh ya, yanakların buz kesmiş, ben sana yün hırka alacaktım. Nasıl da aklıma gelmedi!..” dedi babam üzüntüyle.
Ben başımı eğdim ve şöyle dediğimi şu an gibi hatırlıyorum.
“Benim hiç aklımdan çıkmadı, ama ‘ya sınavı kazanamazsam, boşuna masraf yaptırmak istemedim.” dedim ve babamın yüzüne mutlu edeceğimi düşünerek baktım. Babamın gözleri dolmuştu, yüzünün çene kemiğine kadar titrediğini gördüm. ”Sen, bu yaşta, bunları mı düşündün, yün hırkanın sınavla ne ilgisi vardı? Hatırlatsaydın şimdi ben huzur içinde eve gidecektim!” dedi.
Babam, kendisini bekleyen otobüse geri dönmek üzere bindi. Ben de yeni yaşamıma başlamak üzere okuluma yöneldim.
Yün hırkam, sömestri tatili dönüşünde alındı.
Tam evden ayrılacağım sırada, babam ücretini verdi, “Trabzon’da Nermin yengen, iyi bir mağazadan sıcak tutan yün bir hırka alsın. Benim de içim rahat etsin.” dedi. Nermin yengem Trabzon kızıydı, çok zeki, zevkli, eğitimli ve ptt’de çalışan halamın geliniydi. Önden, iki tarafı su yolu işlemeli bir hırkam oldu. Okula gidince o kadar beğenildi ki, fotoğraf çektirmek isteyenler ödünç alıyorlardı.
Sevgilerimle…
Melahat Erten Tekeşin